İnsanlar ilk çağlardan beri hava olaylarını anlamlandırmaya çalışmış. Çünkü yağmur, kar, güneş belirli bir döngü içerisinde bereket getirmiş.
Yağmur yağıyor, toprak ıslanıyor
Güneş açıyor, tohumlar filizleniyor.
Ve insanoğlu karnını doyuruyor.
Zaman içerisinde bu doyma olayını çok yanlış anlamaya başlamışız belli ki…
Gözümüzü doyurmaya çalışmışız ama pek başarılı olamadığımız ortada…
Dünyanın bir ucundan gıda getirmeyi lüks saymışız
Bulunduğumuz coğrafyada üretmek yerine daha ucuz diye dünyanın bir ucunda üretim yaptırıp, başka bir ülkede etiket basmayı ve bambaşka bir ülkede bu ürünü satabilmeyi başarı saymışız.
Bunu yapabilmemizin birkaç sebebi var sanıyorum, “Değer biçmeyi doğru yapmıyor olabilir miyiz?”
Antik çağlardan beri var olan petrol sadece son 100 yılda yaşayan insanlara ait olabilir mi?
Veya
Antik çağlardan beri toprağın içerisinde var olan minerallerin değeri sadece o madeni çıkarmak ve taşımak için harcanan maliyet üzerinden mi hesaplanmalı?
Tekrar yerine koyamayacak olmamızın, gelecek nesillerin hakkını kullanmamızın bir bedeli yok mu? Ya da buna bir bedel biçebilir miyiz?
Sürdürülebilirlik tam olarak bu;
Kendi ihtiyaçlarımızı gelecek nesillerin kaynaklarını tüketmeden giderebilmek..
Bu çok duyduğumuz 2050 de varmak istediğimiz Net Zero olma hedefi de buradan çıkıyor.
Havaya verdiğimiz karbondioksit emisyonları ile absorbe edilebilen karbondioksit emisyonlarının dengeli olması.
Bugün çok rahat şunu söyleyebilirim, iklim değişikliği sürdürülebilirliğin itici gücü.
Peki nereden çıktı bu iklim değişikliği problemi /krizi?
Sanayi devrimi ile birlikte insan etkisiyle havaya salınan sera gazlarındaki artış dünyayı bir battaniye gibi sararak ısıtmaya başlıyor. Sıcak ve soğuk akımları birbiri ile yeni bir denge oluştururken aşırı hava olayları meydana geliyor.
Hortumlar,
Beklenmeyen zamanlarda, çok sert dolular,
Suların yükselmesi
Şimdi bolca duyduğumuz düşük karbon ekonomisine geçişin temel sebebi de;
Yeni düzende şirketler varlığını devam ettirebilsin...
Bunun da adı İklim Değişikliği Adaptasyonu ve Uyum
Ben inanıyorum iklim değişikliği ile mücadelenin başarılı olacağına ve daha kontrollü bir artış seviyesi olan 1,5 derecelik artış senaryosuna göre uyumun yakalanacağına. Bu derece meselesinden de bahsedelim;
En büyük pazarlık 1,5 derece artışa mı tamam diyoruz yoksa 2 derece artışa mı tamam diyoruz noktasında yaşandı. Son durumda 1,5 derece senaryosu ağırlık kazandı diyebiliriz. Yani elimizden gelenin en iyisini yapıp mevcut karbondioksit artışını maximum seviyede azaltacağız ve geçmişten gelen yükümüz ve hedefe giderken yaratacağımız etkilerle dünya ortalama sıcaklığı en fazla 1,5 derece artacak. Şöyle düşünün 37,5 derece ateşle yaşamaya alışacağız/uyumlanacağız. Daha fazlasını vücudumuz kaldıramaz o yüzden yapılması gerekenleri hafife alamayız.
Peki ne yapmalıyız?
İyiyi, kötüyü
Doğruyu, yanlışı,
Mantıklıyı, mantıksızı hepimiz biliyoruz aslında
Ama bazen hayatın akışına kapılıveriyoruz.
Tükettiğimiz her ürünün, en küçücük düğmenin bile fiyatına yansımayan ama geleceğimize yansıyacak bir bedeli olduğunu hatırlamamız gerekiyor temelde. Ve inanın öyle kolay değil…
Ama kesin olan şu ki, tüketmeyi azaltmamız, elimizdeki ürünlerin ömrünü uzatmamız gerekiyor ki Avrupa Birliğin tamiri, ürün ömrünü uzatmayı destekleyeceğini açıkladı.
Bizlerin son tüketicilerin yapabilecekleri dışında, bir de üreticilerin yapabilecekleri var ki ben asıl çözümün iş dünyasından geleceğini, gelmesi gerektiğini düşünenlerdenim.
Bir şirket bir ürünün satışından gelir elde ediyorsa ne sattığını, ham maddesinin nerelerden geldiğini, içeriğinde neler olduğunu, ürün kullanırken insan sağlığına, çevreye, sucul hayata etkilerinin neler olduğunu sorgulamalı ve bunun sorumluluğunu almalı üzerine. Bugüne gelmemizin temel sebebi herkesin kendi kapısı içerisine bakmasıydı oysa yapılması gereken Hayat Boyu Değerlendirme.
Yani ürününüzün, hizmetinizin sizden öncesini ve sizden sonrasını, etkilerini, neyin içerisinde olduğunuzu sorgulamanız gerekiyor.
Şimdi bir örnek vermek istiyorum;
Bir elektronik üreticisi ürünlerinde doğadan topraktan çıkarılan malzemeleri alıyor,
Sahasında üretim yapıyor,
Ürünü satıyor,
Sattıktan sonra ürün şarj ediliyor,
Ürün ömrünü tamamladıktan sonra bertaraf ediliyor.
Üretici ben sadece üretir satarım diyebilir mi? Ham madde nereden geliyor beni ilgilendirmez, çabuk bozulup atık oluyor mu beni ilgilendirmez, cihazın içindeki pil atık olup doğru bertaraf edilmezse içme suyuna karışacak ağır metaller beni ilgilendirmez diyebilir mi?
Dememeli...
Sürdürülebilirlik felsefesini içselleştirmek duyarlılıkla başlar.
Biz Thor’un çekicini elinden aldık, geri vermeliyiz.
O zaman şunu sormalıyız mevcut alışkanlıklarımıza
Tamam mı? Devam mı?
Burcu Boran / 30.11.2022
Diğer Bloglar