Kalkınmanın endüstrileşme ile ölçümlenmesi yanılgısının, yeşil alanlarımızı sanayileşmenin yan etkilerine maruz bıraktığı ve bu etkiyi çölleşerek deneyimlediğimiz bir “modern” çağın içinden geçiyoruz. Buzulların erimesinin sadece kutup ayılarını değil, hepimizi etkilediğinin artık farkındayız. Bu farkındalık ve pek tabii küresel ısınmanın belli bir coğrafyaya hapsedilemeyen doğası, “bu hepimizin sorunu” çağrısı ile insanlığı ortak bir soruya cevap bulmaya itiyor. Sorular çoklu olsa da buluştukları ortak payda, dünya ve üzerindeki canlılığın sürmesi için neler yapılabileceği. Bu sorunun bizi götürdüğü ikinci durak genellikle küresel ısınmaya karşı alınabilecek önlemlerin büyük yatırımlı, teknoloji temelli projeler gerektirip gerektirmediği. Cevapsa hem evet hem hayır. Yani bu projeler elbette gerekli; ancak doğanın bize sunduklarından faydalanarak ya da doğaya haddimizi bilerek yaklaşarak da tehlikenin büyüklüğünü küçültmek mümkün. Zira doğa ile birlikte yürümek, doğaya sığınmak en temiz, en kolay ve en gerekli çözümlerden biri.
Peki, o halde neler yapılabilir? Tabii ki doğaya yeşilini tekrar iade etmek efektif bir başlangıç noktası. Yeşillendirme ve bitki dikim çalışmalarının yapılması araştırmalara göre hava sıcaklığında gündüz vaktinde, 1 dereceye kadar soğutma etkisi yapabiliyor. Vejetasyon yağmuru teşvik ediyor, yağmur bitkilerin yaşamı ve tarım için gereken suyu sağlıyor ve aynı zamanda yeraltı sularını besliyor. Bu döngüde bitkilerin gölgelendirici etkisi toprağın aşırı derecede ısınmasına da engel oluyor. Yani su buharlaşmak yerine, toprak tarafından emilirken, yeraltı su kaynaklarına kadar ulaşabiliyor, ki bu da bizler dahil olmak üzere canlıların kullanabileceği temiz su rezervinin artması anlamına geliyor. Dahası toprakta tutulan nem ile arazi tarıma daha elverişli hale geliyor. Toprak bütün cömertliği ile bizi sadece susuz değil, besinsiz de bırakmamak üzere dengeleniyor.
Yeşil alanlar ayrıca doğal yaşam için de uygun ortam sağlıyorlar. Türler için habitatlar oluştururken biyoçeşitliliğe katkı sunuyorlar. Sıraladığımız tüm bu muhteşemliğe ek olarak bitki örtüsünün korunması ya da yeniden yapılandırılması, iklim değişikliği sonucunda oluşabilecek sel, heyelan ya da erozyon gibi etkisi büyük doğa olaylarına karşı da doğal bir dayanıklılık sağlıyor.
Bununla da yetinmiyor, bitkiler son derece havalı bir faaliyet sahasını ellerinde tutarak, ümitkar bir karbon bükücülükle de iştigal ediyorlar. Atmosferik ısınmanın temel müsebbiplerinden karbona karşı “karbon tutucu” olarak hizmet veriyor ve ekolojik bir arabulucu olarak da görev yapabiliyorlar. Nitekim yapılan araştırmalar, vejetasyon ile karbon emisyonlarının yaklaşık %37’sinin[1] tutulabileceğini ileri sürüyor. Yani bitkiler modern çağın getirdiği emisyonların yükünü dünyanın omuzundan tamamen alamasa da oldukça iyi bir performans sergiliyor. Kalan %63 içinse insanlığa sessiz bir çağrı yapıyor: Her şeyi benden beklemeyin!
Elbette doğadan alınabilecek destek yeşili arttırmakla sınırlı değil. Tıpkı ormanlar gibi sulak alanların, çayırların ve tarım alanlarının korunması da kritik bir öneme sahip. Hatta tarım alanlarının korunurken, uygun tarım yöntemlerinin kullanılması, tarım arazilerinin, meraların ve çayırlıkların sürdürülebilir bir perspektifle yönetilmesi ve kereste ihtiyacı için belirlenmiş alanların doğru şekilde kullanılması da azımsanamayacak kadar mühim. Yeşili arttırmak, korumak, yeniden yapılandırmak ve yönetmek yapılması gerekenlerin özeti olsa da tüm bunları pratik ederken doğanın insana değil, insanın doğaya muhtaçlığını hatırlamalı ve uygarlığımıza yüklediğimiz anlamı gözden geçirmeliyiz. Çünkü doğaya karşı değil, doğa olmaksızın değil, doğa ile birlikte ve doğa izin verdiği ölçüde başarabiliriz.
[1] Bk. https://www.nature.org/en-us/what-we-do/our-insights/perspectives/natural-climate-solutions/
Emel Güner
30.11.2022
Diğer Bloglar